Translate

9 Nisan 2013 Salı

UZAKLARDA BİR HAYRAN ŞARKI SÖYLÜYOR

25 Mart Pazartesi hava hala çok soğuk. soğuk dediysem -15 civarında. Uçağım öğlen 12 de, iki saat önce orada olmak lazım ve havaalanı şehir dışında. NY Newark aktarmalı uçuşla İstanbul'a dönüyorum. Ertesi gün öğlene doğru varacağım. Oldukça uzun bir yol. Evin önündeki duraktan belediye otobüsüne binip şehir merkezine gidip oradan yine aktarmayla, yaklaşık birbuçuk saatte havaalanında olacağım. Doğal olarak aklınıza taksiyle neden gitmiyorsun gibi bir soru gelecektir. Taksi bulmak neredeyse imkansız. İstanbul'daki gibi taksi enflasyonu yok ki şehirde. Bir gün önceden sınırlı sayıdaki duraklara telefonla binbir rica sipariş veriyorsun, tamam diyorlar ama geliş saatini garantilemiyorlar. Bu nedenle otobüs doğru tercih, en azından saati belli ve en fazla beş dakika gecikmeyle geliyor. Otobüsler eski olmalarına rağmen oldukça kullanışlı. Özellikle tekerli sandalye kullananlar, şişmanlar ve yaşlılar öncelikli. Şöför bir düğmeye basıyor, otobüsün sağ ön tarafı neredeyse yere değecek kadar alçalıyor. Böylece ihtiyaç sahipleri rahatça biniyorlar. Sürüklediğim kocaman bir bavulla ihtiyaç sahibi olarak ben de bu imkandan mutlulukla faydalandım. Belediye otobüsüyle yolculuk yapmanın keyifli tarafları da var. Örneğin; diğer yolcularla rahatlıkla sohbet edebiliyorsun, kadın, erkek, renkli, beyaz farketmez. Enteresan olanı, otobüsten indikten sonra hiç birisini bir daha tanıman ya da bu güzel sohbeti devam ettirmen gerekmiyor. Havaalanında uzun aramalardan sonra uçağa bindim, tam saatinde havalanacaktık ki, buzlanma nedeniyle uçağı iki kez yıkamak zorunda kaldılar. Neyse ki aktarma süresi bir hayli uzundu da İstanbul uçağını kaçırmak gibi bir durum olmadı. Newark havaalanında dolanırken Metropolitan Sanat Müzesinin (Metropolitan Museum of Art) mağazasını gördüm ve hemen girdim. Mağazada değişik uygarlıklardan günümüze uyarlanarak tasarlanmış mücevherlerin yanı sıra, müzeyle ilgili kitaplar ve hediyelik eşyaların satışı yapılıyordu. Mücevherlerin sergilendiği bölümün etrafında iki tur attıktan sonra kızımın yaklaşan doğum günü için bir şey almaya karar verdim. Burada hediyenin ne olduğunu söylemeyeceğim çünkü kızımın yazdıklarımı okuduğunu biliyorum, sürpriz bozulsun istemem, kusura bakmayın. En yakın mağaza görevlisinden seçtiğim parçayı camekandan çıkartması istedim. Görevli, İtalyan asıllı olduğunu sonradan öğrendiğim genç bir adam. Bana nereye gittiğimi sordu, İstanbul cevabından sonra Türk müsünüz dedi, ben de evet dedim. İşte olay burada başlıyor. Adam birden yüksek sesle şarkı söylemeye başlamaz mı. Ben, kelime anlamıyla, kaldım resmen. Üstelik sesi de hiç fena değil. Türkçe bir şeyler söylüyor ama hangi şarkıyı söylüyor pek anlaşılmıyor. Neyse ki kısa kesti. Ardından, hiç Türkçe bilmemesine, şarkı sözlerinden tek kelime anlamamasına rağmen Sezen Aksu'nun bu şarkısına bayıldığını, ona hayran olduğunu, bütün cd lerini aldığını anlattı. Nereden nereye. Eminim, Sezen Aksu bunu duysa çok mutlu olurdu. Bu sazlı sözlü konuşmanın ardından, ben kızımın doğum günü hediyesini alıp uçağıma gittim. Uçağa binerken, adamın nasıl bir özgüvenle havaalanının ortasındaki en ciddi mağazada hiç bilmediği bir dille şarkı söylediğini düşünmeden edemedim. Bu gerçekten özgüven midir? Yoksa, 'etraf ne der' fobisinden kurtulmuş olmanın güzel bir örneği midir? Buyrun, siz karar verin.

2 yorum:

  1. :))))) Tamamen özgüven olduğunu düşünüyorum Ayşe Hanım. Kim ne der,acaba sesimi beğenirler mi, delirmiş mi zannederler sinsilesine eklenecek bilumum komplekslerden sıyrılmış doğal insanları görmek ne güzel!!! Keşke etrafımızda bolca olsa; samimiyet ve doğallık örgüsü tüme yayılsa.

    Sevgilerle!

    YanıtlaSil
  2. Etrafın ne dediğini dinlemekten kendi sesini duyamayan insanlarız. Bu durum biz daha annemizin içtiği portakal suyundaki vitaminken belirlenen bir olgu.
    Etraf ya da kendin? İnce, hassas bir çizgi. Dengede tutmak lazım.

    YanıtlaSil